Türkiye’deki Savaş
Değerli okurlarım, sizlere bu hafta ülkemizde 7 Haziran genel seçimlerinden beri tekrar ortaya çıkan (çıkarılan) iç çatışmadan bahsetmek istiyorum.
Hepimizin bildiği gibi ülkemizin yönetim şekli, parlamenter demokrasi ve devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti ismiyle anılıyoruz. Kurucumuz Mustafa Kemal Atatürk ve dönemin kurucu kadrosu emperyalizme karşı kurtuluş savaşı mücadelesi vererek bağımsızlığını kazandığımız ülkemizde, halkın yönetiminin esas olmasını yani halk temsilini amaç edinerek Cumhuriyet’i ilan etmişlerdir.
Dönemin okur yazar oranı, fakir ve daha çok çiftçilikle uğraşan nüfusa sahip olmamız, gelişmişlik seviyemiz, temel değişimlerin (bunlara devrimlerde diyebiliriz), halk tarafından talep edilmeden, çağdaş dünyaya ulaşmak amacıyla hazır bir şekilde ülkemize gelmesine sebep olmuştur. Aslına bakarsanız yönetim biçiminin Cumhuriyet olarak belirlenmesi de bu şekildedir. Evet halkımız kurtuluş savaşını verdi, ulusumuz vatan savunması için seferber oldu, ama savaşın sonunda zafer kazanılınca nihai hedefin ne olacağı konusunda çok fazla fikirleri olduğunu düşünmüyorum (büyük bir çoğunlukla mevcut yönetim şeklinin devam edeceği düşünülmüştür). Yani saltanatın kaldırılıp yerine Cumhuriyet yönetiminin hedeflendiği Atatürk’ün dışında silah arkadaşlarının bile hayal etmediği bir durumdu bence.
Peki Atatürk neden saltanatı kaldırıp Cumhuriyet rejimine geçişi sağladı dersiniz? Bunun cevabı, saltanat yönetimi altında yüzyıllarca ihmal edilmiş Anadolu halkını modern dünya ile tanıştırmak ve bu modern dünyaya ulaşma yolunda atılacak adımların meşru bir şekilde millet iradesi ile atılmasını sağlamaktır. Aksi taktirde millet atılan adımlardan, hayata geçirilen devrimlerden rahatsız olacak ve meşruiyet sorunu ortaya çıkacaktı. Tam bu noktada rejimin Cumhuriyet yani halkın yönetimi olması önem kazanıyor.. Ve cumhuriyetin hedefi halkı çağdaş uygarlıklar seviyesine yükseltmektir. Buradan “devlet halk içindir” çıkarımını da yapabiliriz. Gelinen noktada maalesef cumhuriyetimiz toplumsal bütünleşmeyi, kalkınmayı, sosyal adaleti, gerçek demokrasiye geçişi öyle veya böyle sağlayamadı.
Bunun pek çok sebebi olmakla birlikte belli başlı sebepleri; Kurucu kadronun tamamının kuruluş felsefesini aynı oranda idrak edememesi, bölge ülkelerinin tamamına yakınının batının sömürgesi olması, ülkemizin çok parçalı toplumsal yapısı ve bu yapıların çeşitli sebeplerle iç ve dış güçler tarafından kullanılmaya müsait olması, dünya genelindeki demokrasi seviyesi ve yaşanılan ekonomik kriz, ikinci dünya savaşı, iki kutuplu dünyanın tam ortasında yer alan ülkemizin gerek Sovyet Rusya gerek emperyalist Amerika – Batı için çok uygun bir ileri karakol olması, darbeler, muhtıralar vs. vs.
Maalesef hala çok çeşitli sorunlar ile uğraşıyoruz, enerjimizin büyük bir kısmını güvenlikçi politikalara harcıyoruz, Cumhuriyet rejimini demokrasi ile taçlandıramadık. Oysa bu ideal Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün nihai hedefiydi.
Günümüz dünyası, yirmilerin, kırkların, altmışların dünyası değil.. O günkü öncelikler ve şartlar ile bu günkü öncelikler ve şartlar çok farklı. Ülke olarak bize ve yönetenlere düşen görev, anlamak ve empati kurmak, olaylara sonuç odaklı değil sebep odaklı yaklaşmak.
Her şeyden önce şunu kabul etmeliyiz, ülkemiz farklı etnik ve dini yapılardan oluşuyor yani üniter bir devlet değiliz. Azımsanmayacak oranda büyük bir grup kendini etnik olarak Türk diye tanımlamıyor, aynı şekilde azımsanmayacak oranda büyük bir grup İslam Dininin Sünni mezhep inancına sahip değil. Bütün bunları yok sayarak tekçi yaklaşımlar ancak toplumsal kutuplaşmayı arttırır, çatışma çıkarır. Ve bu çatışma zamanla toplum genelinde kendini hissettirir..
Ülkemizde sağlıklı bir demokrasi kurmak istiyorsak, ilk önce farklılıklarımızı kabul etmeliyiz, çünkü kabullenmek en doğru başlangıcıdır diye düşünürüm. Etle tırnak gibiyiz, kız alıp kız veriyoruz demekle sorun çözülmüyor. Çözüm önemsemekle, değer vermekle olur. Bu ülke bizim sizde bizimle yaşıyorsunuz demekle değil. Bu ülke sizin ve bizim, birlikte yaşıyoruz demekle olur. Eğer bir kesim etnik ve dini yönden, dil yönünden ayrıcalığa (negatif) uğradığını düşünüyorsa, yada yönetimsel olarak kendini mevcut tablo içinde var hissetmiyorsa bu var olmanın şartlarını aramalıyız. Talep edilen yönetim modellerini tartışabilmeliyiz. Toplumdaki tüm unsurların yaşam ve inanışlarını özgürce yaşayabilmesini sağlamalıyız.
Baskıcı rejimlerin demokrasilerde yeri yoktur, bugün rejimin adının Cumhuriyet olması demokratik kriterlerin sağlandığı anlamına gelmez. Eğer bir taraf 90 küsur yıllık Cumhuriyet yönetiminde kendini konforsuz hissediyorsa o tarafı önemsemeliyiz. Egemen olan taraf egemen olmayan tarafın taleplerine kulak vermeli.
Üniter devlet trenini Türkiye 50 – 60 yıl önce kaçırdı, o dönemin komünizm gelir korkusuyla atılan adımları bizi bugünlere getirdi. O dönemde başlatılan, ekonomik ve sosyal kalkınma hamleleri sonuçlansaydı (bunun içinde eğitim ve toprak reformu en önemlisi), gerek sosyal, gerek eğitimsel, gerek ekonomik yönden ülke kuzeyden güneye doğudan batıya eşit öncelikle gelişim gösterseydi, bugün bunları konuşuyor olmazdık, gençlerimiz askerlerimiz ölmezdi. O yüzden, bugün yaşadığımız çoğu şeyin sebebini 50 – 60 yıl önce atılan yanlış adımlarda aramalıyız.
Aşırı milliyetçi tepkiler vermek yerine şapkamızı önümüze koyup düşünüp birlikte sonuç üretmeliyiz. Tıpkı 97 yıl önce yaptığımız gibi.